Saat 08.34:
"Haber var mı? İyi bir gelişme?"
"Yok. Bitkisel hayatta. Bekleniyor. 68’liymiş."
":( Belki bir sürpriz olur..."
Tam 34 dakika sonra, saat 09.08:
"İçine mi doğdu? Telefon geldi az önce. Bu sabah rahmetli olmuş. Cenaze bugünmüş. Bildireceğim..."
44 yaşına geldim ama ben halen alışamıyorum ölüm haberi almaya. "Mekanı cennet olsun!" "Allah rahmet eylesin!" gibi empati cümlelerini kursam da söyleyip geçemiyorum. Hele bir de genç ölümler olunca hepten kahroluyor, bırakıyorum kendimden ruhumu, gözümden yaşlarımı... Kaçmıyorum ölümden. Sorgulayıp duruyorum. Üstüne üstüne gidiyorum. Nedendi niçindi diye sorup duruyor, bir cevap bulmaya çalışıyorum çaresizce. Bulamıyorum! Sonra da yorulup bir an için kopup gittiğim hayata karışıyorum gerisin geri. Ölümün her an burnumuzun dibinde olduğu, çoğu zaman da kıymetini bilmediğimiz hayata...
Bugün seyrettiğim belgeselde şöyle bir cümle geçti: "Evrende öleceğini bilen tek canlı türü insandır. Öleceğimizi biliriz. Ama ne zaman öleceğimizi bilemeyiz." Doğru, bilmiyoruz; fakat bana göre dünyaya veda edişin daha sık gerçekleştiği bir zaman dilimi var sanki... Benim algımdaki seçicilik midir onu bilmiyorum ama şahit olduğum örnekler o kadar çoğaldı ki, kafamdan nicedir atamadığım bir soru var ölümle alakalı: "Neden bir çok ölüm sabaha karşı oluyor?" Tam gün ağarırken ya da gün ağarmadan az önce. 'Tan yeri ağarması' denir günün bu ilk saatlerine. Güneş doğmak üzeredir ama karanlık sevdiğinden ayrılmak istemezcesine öyle bir inatla bırakmaz ki bir türlü sarıp sarmaladığı zamanı etraf ne tam karanlık olur ne de tam aydınlanır. Karanlık ne zamanki güneşe daha fazla karşı koyamayacağını anlar, çeker elini ayağını, izin verir ki gün doğsun. İşte böylece yeni bir gün başlar. Başlar başlamasına aslında ama hüzünlü bir his de yaratır günün ağarması. Giden karanlığın alacakaranlık hüznü çöker belki de dünyanın üstüne... İşte tam bu vakitler bir sürü can da terk eder bedenlerini nereye gittiklerini bilmeden.

Bugün aldığım ölüm haberiyle gözümü ani bir refleksle kapayıverdim. Sımsıkı kapadım. Hapsetmek istedim gözyaşlarımı nedenini bilmeden. İşte tam o anda tablo gibi çok hoş bir görüntü belirdi zihnimde... Sabah gün ağarırken bir bilinmeze doğru gitmek üzere bedenlerini terk eden bir sürü masum ruhun tıpkı karahindiba çiçeklerinin pamuk tüyleri gibi göğe doğru uçuştuklarını gördüm. Bu görüntünün zihnimden kaybolmasını istemedim. Hayali devam ettirdim. Çocukluğum geldi aklıma birden. Bahçedeki çimenlerin arasından koparıp dudaklarıma yaklaştırdığım sonra da üzerlerine hafifçe üflediğim püf çiçeklerinin tüylerinin koparak salına salına uçuşlarını hatırladım. Gözden tamamıyla yok olana kadar... 'Ruhun bedenden çıkışı da böyle birşeydir belki de' dedim kendi kendime; tıpkı sabaha karşı göğe doğru uçuşan karahindiba tüyleri gibi. Sakin... Huzurlu... Önce kalbim ferahladı, sonra içim ısındı...
Şehnaz Tuna
4/15/2016
